Sonra büyüdük. Daha doğrusu ben büyüdüm. Kurduğum hayallerin içinden kendisini çekmeye başladı TTG. Bu sefer kendine yönelik hayalleri ile beni büyülemeye kalkışıyordu. Eiffel'in önünde vereceğimiz sevimli ve spasitik pozların yerini Montmartre'deki lüks, eski ve garip şekilde sanat dolu, Edith Piaf filan kokan, sevimli ama hüzün dolu bilmem kimin daha önce yaşadığı ve önemli komşulara sahip geniş pencereli çatı dubleksleri ile ılık sabah güneşi ile yıkanan Notre Dame etrafındaki kafelerde uzun kahvaltılara ve son olarak da elbette ki Le Temps des Cerises'e bıraktı.
İnsanlara karşı gösterdiğim öz güveni, inancı ve sadakati kaybetmediğim dönemlerdi. Şaşılacak bir biçimde hala Şebnem Ferah'ın 'mayın tarlası' isimli şarkısındaki avanaklıktayım; sevişmek ile sevmenin ortak köklerden gelen birbirine bağlı bir çift olduğunu kabul ediyor olmalıyım ki, burada kurulmak istenen hayatın, yaşanmak istenen dairenin, tadılmak istenen şarabın ve en önemlisi içine girilmek istenen adamın hiç farkında değildim. Yani en azından o adam ben değilmişim. Keşke ben de bilseydim bunu. Belki o zaman kendimi manastırdan hallice bir evin rutubetli duvarlarını bir manastır kabul edip kapatmazdım.
TTG, kendi halinde gibi görünse de, aslında kendisini çok iyi yetiştirmiş, başarılı işlere imza atmış, harika projelerin başında durmuş, yurt dışında yaşamış, oraların tadını tuzunu almış, zorluklar çekmiş enteresan bir adamdı. Böylelerine artık kaşar yakıştırması yapılıyor. Görünüşü garip Adana'lı kadınların kollarında yaklaşık ikişer kilo altınla uçağa binmeye yeltendikleri Adana Şakirpaşa Havalimanı'na giden Türk Hava Yolları shuttle otobüsü hareket etmeden önce en son Mersin'de gördüğüm ve hatırladığım kadarıyla güneşte bütün gün tembel tembel slip mayo ile yatmaktan esmerleşmiş yüzü, fazlaca kırlaşmış saçları, kalınca beli, üstünde bilmem nerden aldığı yaklaşık 150 kere hikayesini anlattığı mavi yol gömleği ile bacaklarının arasındaki devasa taşaklarını ortaya çıkaran dar kesimli koyu mavi pantolonu vardı. İlginç şekilde ayakkabılarını hatırlamıyorum. Çoğunlukla beğenmezdim zaten. İlginç olan bir diğer şeyse taşaklarını ortaya çıkarmak gibi ilginç bir saplantıya sahip olmasıydı; pantolonlarını filan ona göre yaptırırdı yeniden. Neyse; beyaz station Passat'ı en acilinden sattıktan sonra sadece öpüştük uzaktan, mutlaka Paris'e beklendim ama hiç bir zaman ikinci davet gelmedi.
Sevgilim Paris'e filan taşınmadı, kabul etmem uzun zaman aldı diyebilirim.Kimin için terk edildiğimi, daha sonra bir şekilde yanlış paylaşım ayarları ile yüklenen bir Facebook fotoğrafı ile bildim. Ne yuvalar yıktın Facebook. Ankara'da yaşayan ve emekli olduğu iş yerinde onunla birlikte çalışan arkadaşı çıktı. Defalarca bir araya geldik, aynı ortamda bulunduk ama sıkı sıkı tembihlendiğim için 'o göz'le bakmadım bile. Koca taşaklarını onun poposunun arasında şaklatıyor olmalıydı artık beni o zamanlar kaldığım yurda bıraktığı gecelerin devamında.
Genelde insanlara duyulması gereken ama benim bir şekilde kaybettiğim 'güven'i yıkan adam budur işte. Acı verse de, büyük yaralar açsa da, işin aslı dürüst davranmaktan daha önemli birşey olmadı benim için şu hayatta. Evet, sonralar insanları 'dürüst' davrandıkları için de suçladım ve onlara kızdım fakat hiç birisi benim hayallerimi bensiz yaşamaya kalkışan bir adam kadar canımı yakmadı. Öbürleri sadece kaybetmiş olmanın verdiği o iğrenç duygudan bir an önce kurtulmak için sergilediğim psikolojik harbin fiziksel yansıması filandı.
Öylesine fışkırıverdi içimden Candan Erçetin fonda La Boheme'yi söylerken azar azar...
0 Yorumlar