Gökyüzünü kaplayan gri bulutların altında, iğrenç bir Ankara akşamının son dakikalarındayız, herkese şalom...
Son zamanlarda sonbahardan ne kadar çok nefret ettiğimi kendi kendime yaklaşık on trilyon milyon kez söylemiş olacağım ki, sonunda o da anladı ve olanca kudreti ile beni kudurturcasına her tarafı kusmuk rengi yeşillerden garip ve işin aslı biraz da güzel sarı tonlarına boyadı. Benimse en çok sevdiklerim ne yazık ki hala kızıllar, kırmızılar ve kahverengiler.
Konunun tamamiyle yeni aldığım püsküllü loaferlarla ilgisi yok. Çünkü Ankara'da hava tam ılık bir küvetin içinde ******************* (kamufle edilmiş bir intihar senaryosu bu) gerektirecek kadar saçma sapan.
Geçen sene sonbaharda Ankara'ya geri taşınma gerçeği ile yüzleşiyordum ve stresliydim. Ondan öncekinde Ankara'dan taşınma heyecanı ile yanıp tutuşurken aynı zamanda Mersin'e hangi ayakkabılarımı götürmem gerektiği konusunda histerik buhranların içinde kayboluyordum..
E bari bu sene tadını çıkarayım sonbaharın değil mi?
Ne tür bir tat almayı amaçlıyorsun? diye soracak olursanız eğer, Yüxel caddesinde geleni geçeni izlemekten, Karanfil'deki birbirinden kötü ve replikeyt kalitesizliği yönünden üst sıralara yerleşme ihtimali yüksek ürünlerle dolu dükkanlarda turlamak filan. Arada bir de açık havada, sarı yaprakların ve çürümeye yüz tutmuş iğrenç çürük yaprakların üzerinde yürümek var.
Yalnız kesinliğinden emin olduğum tek bir şey var, bu son bahar çok "Meltem söylüyor; presented by Mehmet Teoman". Zuhal Olcaysı burukluk, yıllanmış şarabın verdiği o baş döndüren suçluluk hissi ve sinemada çektirdiğim saxonun üzerimden aldığı dayanılmak gerginliğin filan bir araya gelip bana sunduğu bir kaybetmişlik hissi gibi...
Bütün şarkıları dur durak bilmeden günün yaklaşık 496 saati arka arkaya dinleyip kendime acımaya devam edebilirim. Bunu sanırım bütün sonbahar boyunca yapacağım.
Yalnızlığım çok fena koyuyor, Koynuna almazsan'da #cookiemonster lı bir takım hayaller geçiyor gözümün önünden. Evet, ne yaptın be adam? diye sormam gerekiyor ama soramıyorum filan. Ah nasıl güzel izin verirdi burnumu boynuna gömmeye ve ayrılana kadar sarılmama. Gövdeme söz geçiremezdim filan onunlayken...
Arkada harika bir Akdeniz ışıl ışıl parlardı. Şimdi ise gün batımları yaralar açıyor.
Benim sevdiğim sonbaharlarına içinde kesinlikle kuru toprağın üzerine düşmüş bir kaç yitik sarı yaprak ve umutsuzca ilk baharın gelmesini bekleyen çam ağaçları yok. Bakmayın üst tarafa bir orman manzarası koyduğuma. Portakal çiçeklerine, portakallara, yaseminlere, turunçlara, muzlara dahil olabildiğim bir sonbahar ve kış istiyorum ben sanırım.
Su kenarı bearıyım, anlamıyor musunuz? Ya da ilanı aşk edip birilerine dokunmak için karanlığı iplerini çekmeyi de özlemiş olabilirim.
Bir yolunu bulup geri taşınmam gerekiyor, onu anladım bu sonbahar. Kendime not olsun, bu son bahar olsun Ankara'da...
Yani, umuyorum...
0 Yorumlar