Gökyüzünde süzülüp duran ve ardında beyaz bir çizgi bırakan uçaklara gıptayla bakmışımdır hep. Özgürlüğün, çekip girmenin, bırakmanın, geri dönmek üzere kısa vedaların hikâyesidir o.
Sevdiklerimin yüzüne hep insanlarmış gibi baktım. Yüzlerinde var olan jestleri, mimikleri, etrafındaki diğer insanların onlar üzerinde yarattığı garip hisleri... Eğer çok yakınımdalarsa ve aramızdaki şeyin şekli artık "yakın" değil de "gizli"yse en savunmasız anlarında yüzlerini nasıl buruşturduklarını ve sonrasında gelen sakin sessizliklerini...
Mesela Kemeraltı'nda bir hamamdaydım yine. Eskiden olsa kolayca aşık olabileceğim birinin ellerimde kayıp gidişinden ölümüne mutluluk duyup o anın biraz sonra biteceğini ve iki yabancı gibi ayrılıp gideceğimizi biliyordum. Ama yine de onun yüzüne tıpkı sevdiğim birisiymiş gibi bakabiliyordum. Sonrasında bir midyecinin tezgahında yeniden karşılaştığımızda, aramızda olabilecek şeyin aşktan öte bir arkadaş yoksunluğu olduğunu fark ettim.
Böylesine körelmiş olmak canımı sıktı.
Çok saçma sapan ve dejenere hale gelmiş bir davranışlar bunlar. Çevremizde bir sürü insan var, ama yine yalnız hissediyoruz. Yalnız hissettiğimiz kalabalığın içinden kaçıp bize kendimizi iyi hissettirecek ortamlara girecek cesaretimiz, arzumuz, istediğimiz ve belki de bunların hepsinin birden temelini sağlamlaştıracak olan gücümüz yok.
Beni sorarsanız eğer, dramatik ve büyük bir heyecanın pençesindeyim. Yeniden Ankara'dan kaçacağım günü iple çekiyorum ve bu sefer, sanıyorum ki o gün çok uzakta değil. Ufukta kara göründü. Belki de öldüğümde yatacağım yer, deniz kıyısındaki içinden yel geçen yaseminli mezarlık değil de gelinciklerle örtülü bir başkasıdır...
Kim bilir, belki de bir gün o uçakların birinde olurum...
Kağıt uçaklara kaldık..
YanıtlaSil