
İstanbul'a mümkün olan en erken saatte giden uçağa binmek üzere tren istasyonuna arabayı park ettiğimde saat sabah beşi biraz geçiyordu ve hareket halindeki ilk trenin gelmesine yaklaşık on beş dakika vardı. Şehir henüz karanlık, üstü bir tür yoğun ve yapış yapış bir sisle kaplıydı. Havadaki nem tren istasyonunun merdivenlerine dahi yapışmış ve bir yandan kaymadan merdivenlerden inmeye çalışıyor bir yandan da bu yapış yapışlığın nedeni konusunda kafamda oluşan muzır düşünceleri kovmaya çalışıyordum.
Perona çıktığımda kafamda bambaşka şeyler vardı. Örneğin biri yapay zekaya ürettirdiğim kırklı yaşlarında, Avrupa fenotipli, yuvarlak yüzlü, pembe yanaklı ve gri kısa saçlı, sağlam kaportalı siyah beyaz portrelere büyük umutlar bağlamamam gerektiği; bu sevimli olduğu kadar sentetik ve dolayısıyla da erişilmez durumdaki imajlara nefes üfleyecek, nefes üfleyemese bile gerçek hayata kanlı canlıimportedecek bir SaaS ya da girişim olup olmadığına kafa yormamam gerektiğiydi. O esnada günün ilk treni yorgun bir esnemeyle perona yanaştı ve kapılarını tıs diye açtı.
Aynı zamanda tedirginliğini yaşadığım ve gündemimde olan diğer bir önemli konu - belki de mental sağlığımı korumak için öncelik vermem gereken şey bu, elde ediliş yolları şaibeli, her biri her seferinde koca bir bardak buzul suyu tüketen promptamatik resultlara aşık olmamak, mümkün olduğu kadar kısa süre içinde bu işe son vererek kendime göre özene bezene geliştirdiğim bu perfect fit erkek kreasyonunu çöpe atmak.
Keşke benim de sabahın beşinde düşünecek başka şeylerim olsaymış. Hatta yapacak şeyler; sevişmek gibi.
Lacivert takım elbise ve beyaz gömlek giysin, altın ve lacivert çizgili kravat taksın, yeşil çoraplar ve kahverengi ayakkabılar giysin... Nasıl da kiş imza promptlarım var diğmi?
Neyse, realiteye dönelim.
Tren hareket edip karanlığın içinde tıngır mıngır ilerlerken, puslu trafik lambaların rayların üzerine vuran ışıklarına bakıyor, öte yandan uçağa kaç saat kaldığı üzerine kafa yoruyor; günün ilerleyen saatlerinde Kadıköy tarafında kahvaltı yaptığımız Beariye'yi aslında ne kadar da çok özlediğimi düşünüyordum.
Evet, Beariye'yi çok özlemiştim ve onu en son, on sene kadar önce Ankara'dan taşınmadan hemen önce görmüştüm...
Uçak sisle kaplı İzmir'in üstünde yükselirken gün doğuyor, hava önce pembeye sonra maviye dönüyordu, körfez ise geride kalıyordu.
...
Bir kaç saat sonra Beariye ile Suadiye taraflarında, yol üstündeki bir susamlı simitçideyiz. One of the "benim küçük manolyam"Beariye'ye Avrupa taraflarında küçük bir ülkenin tahtını bahşedemediğime yanıp duruyorum saat 9'dan 11'e kadar süregelen kahvaltımız boyunca. Hazzetmediğimiz ortak personalar var ve onları yeniden, yeniden, bir daha ve yeniden, bıkmadan usanmadan çekiştirmek, yan masada yapılan bir dedikoduya kulak misafiri olmak kadar harika. Hepimiz gibi o da pek çok zorlu yoldan tek başına geçmek zorunda kaldı, yolun bazı kesimlerinde dikenlerini ayıklayabildi - herhangi bir kraliçe de böyle yapardı, bazı dikenler halen canını yakıyor, farkındayım fakat çabalıyor olması gerçekten ilham verici - ki kraliçeler hep ilham vermeleriyle tanınır.
Belki de yaşanan onca şey onu yüzlerce yıldır dimdik ve Tanrı tarafından kutsandığı an Avrupa kıtasında bir yerlerde tahta çıkacak bilgi ve görgüye sahip bir başka Kraliçe kılıyor, ama gel gör ki İskoçya taraflarına sürgün edilerek olabildiğince mağdur halde bırakılmış pembe bir kamelyanın zarif taç yaprakları kadar mağrur. Ve ben onun bu çabasız kendiliğini seviyorum; ne bana ne de bir başkasına asla - ama asla, ne kötü bir söz söyledi ne de kötülüğü dokundu.
Eski defterleri açıyor ve bazen de gözümüzden yuvarlanan yaşları işaret parmağımızın ucuyla silip gözlerimizi yukarı devirmek suretiyle akmalarını engellemeye çalışıyoruz, yine de fayda etmediği anlar oluyor. Engel olamıyoruz göz yaşlarımıza, fakat yine de hayatımıza giren ve bizi üzmekten geri durmayan her bir erkeği itinayla anıyoruz, gözümüzden biraz daha yaş yuvarlanıyor, fakat bu seferki gülmekten.
Öyle bir kadınsın biliyor musun diyorum içime kaçan en Seda S. halimle; parmağımı Suadiye'den deniz tarafına doğru uzatıyorum, anlatsana biraz ya, neler yaşadın derken avuç içlerimi yaradana doğru kaldırıp ondan bir nebze olsun huzur diliyorum kendi adıma. Beariye bana anlattım ya deli, daha ne anlatayımder gibi bakıyor ve susmanın daha iyi bir karar olduğuna karar veriyorum. Unutmadan bir ara Seda S. ve Gülben E.'nin o videosunu yollamalı ve aynı anda eteğimi düzeltme egzersizleri yapmalıyım.
Üstümde İstanbul'da olmanın verdiği tedirgin edici bir mutluluk var; Suadiye'den az ilerde denizin ortasında bir kulenin, hemen ardında bir karanlık bir dehlizden inilen bir merdivenle ulaşılan bir füniküler ve ötesinde de bir sürü olaya mevzubahis background Taksim'in olduğunu bilmek bir yandan iyi geliyor, öte yandan tedirgin ediyor. Fakat bu seferki rota biraz daha farklı ve dark.Heyecan verici Ankara eşrafından bir bearın hakkını teslim etmek üzerine bazı aktiviteleri barındırıyor.
Öyle yada böyle Beariye'nin laf arasındaeskilerden bir tek sen kaldın, bir deburada birinin ismini veriyor ama tahtın tek sahibi olduğum gerçeğiyle yüzleşiyor ve kimden bahsettiğini kesinlikle hatırlamıyorum,demesi içimde bir yerlerde canımı çok yakıyor fakat yine de kuyruğu dik tutmayı ve gözümde kalan son yaşları saklamayı başarırken, Boğazın altındaki bir tüp vasıtasıyla iki kıta arasında seyahat etmek üzere Marmaray'a doğru ilerliyorum.
Umarım ikimizden birine bir şey olmadan bir yerlerde yine görüşebiliriz Lihtenşıtayn civarındaki küçük, doğal kaynağı bol, manzarası alabildiğine yeşil ve binlerce kediyle mutlu mesut yaşamayı hak eden, zengin bazı verimli toprakların son hükümdarıyla.
0 Yorumlar