Eski defterleri açmak, farkındalıklar yaşamak ve yirmi yıl önceki kendimi, bugünkü aklımla şifalandırmak

Hayat benim için 35 mm'lik demode bir film şeridinden ibaret olsaydı, benim içinden kesip atamayacağım yüzler, tenler, bedenler hatta kurgulardan ibaret sahnelerin sayısı epey fazla olurdu.

Unuttuğumu sandığım ve aklımın bir köşesine gömdüğümü düşündüğüm, özene bezene fosforlu postitlerle unutulanlar olarak işaretlediğim adamları özellikle son altı ay - bir senedir üzerinde çalıştığım bir metni sonlandırırken dosyalarını isteyerek ya da istemeyerek defalarca hatırlamak durumunda kaldım.

Hem de Instagram'ın bir şekilde karşıma çıkarmasıyla falan değil, Hogwarts'ın kütüphanesindeki kitaplar gibi kendiliğinden çıkıverdi tozlu dosyalar karanlığın içinden.

Anlayacağınız, bilerek ve isteyerek olmadı. 

Hayatıma giren / girdiğini sanan insanları anmak

Bizzat birlikte yaşadıklarımızı, bana yaşattıklarını, hayal kırıklıklarımı, azıcık mutluluk kırıntılarını ve belki de en önemlisi, bugünkü ben kavramını inşa ederken süregelen hemen hemen her şeyi teker teker, üstünden bir milyonuncu kez geçerek andım bu insanları.

Kutuların çok tozlu olduğunu kabul etmek lazım; resimlerle belgeleri alttan alttan bir bir çekerken kalkan tozda çok öksürdüm, bazen burnumu hediye bir kilodun üzerine sıkılmış biraz erkek parfümü kokusu doldurdu, bazen saat 6'da İstanbul'a giden bir otobüsün koltuğuna oturdum, sabaha kadar uyumadan İstanbul'a vardım ve şehirden ayrılan bir otobüse geri bindiğimde neden asla İstanbul'a ait olamayacağımı bir kez daha anladım.

Anlayacağınız eskidiğini düşündüğüm bir çok şeyi yeniden hatırladım, bunların bazıları canımı acıttı, bazılarına salak şey, buna mı üzüldün sen diye bugünden baktım ve geçmişteki beni şifalandırmaya çalıştım.

Evet, yaşım kırk ve halen kendi şifamı kendim bulmak zorundayım.

Aksi halde yüzünü hiç görmediğim birine kör kütük aşık olduğumu sanmanın tıptaki adını araştırmam gerekirdi. Halbuki garip bir kostümle A.Ç.'nin programına çıkıp kafayı yemiş gibi akışkanlıktan girip sıra dışı olmanın bin bir türlü halinden çıkıp, ipe sapa gelmez pek çok saçma fikri sanki çok matah bir şeymiş gibi anlatmayı ve bu sayede kendime yurtdışından bir kapı bulmayı ben de çok isterdim.

Neyse, hem kader diyeceğiz hem mukadderat.

Erol'dan Kurabiye'ye; hayatımda iz bırakan iki adam arasındaki on küsür sene

Bu aleme ilk düştüğümde karşıma çıkan ilk adam olan Gaziantep'li Erol geldi gitti mesela aklıma. Bunun, sağ parmağına geçirdiği gümüş bir yüzük ve aldığı otuz sekiz kiloyla Instagram'da karşıma çıkmasıyla ilgisi yok.

Ona dair hatırladığım şeyler arasında dışarıda Akdeniz'e özgü bir tür kış yağmuru yağar ve ucu Antalya'ya varan otoyoldan arabalar, otobüsler ve kamyonlar kendine özgü bir sesle ıslak yolda ilerlerken sevişmemiz, ilk kez bir erkekle birlikte olduğumu fark ettiğinde gözlerinde beliren tatlı ve sevimli bir heyecan ve başarılı geçen ilk sınavın ardından başucumda duran metnin ilk taslağını eline alarak okuyuşu ve ekleyişi; sen neler yazıyorsun böyle, bunları nereye koyacaksın?

O zamanlar aynı evi paylaştığım looser ev arkadaşım kızdan duyduğum, otuz dakikası mı ne, bir kontör olan OX öğrenci hattıyla konuştuğumuz saatleri saymıyorum bile. Hatta Erol'un çamaşır suyu gibi kokan dölünden midem bulandıktan sonra çıktığımız yürüyüşte ben kapişon takıp kadın gibi yürürüm teklifini de. Galiba bir materyal olarak dölle aramdaki ilişki o gece bozuldu; o geceden beri kendiminkine bile tahammül edemiyorum.

Bütün bu sanrıları bırakıp günümüze dönecek olursak eğer...

Yaparak olmasa bile, yazarak içinde yer aldığım dünyanın en azından bir kısmını değiştirmeyi başaracağıma hep inandım ve bunu mümkün olan çocuksu, ilkel ve kendimce tatlı heyecanla başarmak niyetine girdim. 

Hayatımın hiç bir aşamasında yeteri kadar istekli ve iddialı birisi olmadığımı bugün artık kabul ediyorum. Bugünkü aklımla eğer yirmi yıl öncesinde yaşasaydım hayatımın gidişatının başka türlü olacağından da adım gibi eminim.

Kaldı ki bir şeyin üzerinde ne kadar çok düşünürsem o kadar iyi olacağını, enine boyuna düşünülmüş her işin bir gün mutlaka kendi değerini bulacağına inananlardan oldum. Bu bazen işe yaradı bazen tutmadı. Kim bilir, belki kimine göre bu bir tür erteleme hastalığıdır. Gözden kaçırdığım şeyler mutlaka oldu, fakat zaten herkes gibi ben de artık eski ben değilim, hiç kimseden hiç bir şey için özür ve af dilemek gibi bir planım yok.

Bütün bu olan bitenle beraber, yazdığım kadar çok şeyi sildiğimi, dosyaları kaydetmeden kapattığımı hatta hayatımdaki en büyük hayal kırıklıklarından birisi olarak geçmişimin bir köşesinde bir tür kinden pamuğa sararak tuttuğum ikinci kez Ankara'ya taşınmamdan hemen önceki hafta, Akdeniz'in kıyısında içinde bir sürü şeyin yazılı olduğu bir defteri yaktığımı bilmek belki size de iyi gelir.

Burada tabii ki Yıldız T.'nin yazıp yazıp çöpe attığı ve dinleyenleri farklı eylemlere sevk etme potansiyeli olan şarkı sözleri kadar iddialı şeylerden bahsetmiyorum. Fakat ara sıra yapın siz de bunu, sağaltın kendinizi ve sağdığınız şeyleri kendinizden uzaklaştırın, tavsiyedir. İster yok edin ister demleyin; akıbeti size kalmış.

Döne döne bir hal olarak Erol'a bir kez ve son defa dönecek olursak; kredi kartımı kullanarak aldığı deri botu da küçük çantasına koyarak sarı renkli bir O403'e binerek evine, Gaziantep'e dönüşüyle, yazdan sonbahara dönen mevsim geçişine denk gelen sevimli bir Akdeniz akşamında hayatıma giren Kurabiye'nın arasında aşağı yukarı on iki sene var.

Karşıdan geçen geminin güvertesinde gazetesini okurken seyretmek istediğim adam

Burada avucunuzunu havaya kaldırarak Sevda D'ye sitem eden Hande A. gibi ayol basıldın daha ne olsun dediğinizi duyar gibiyim ama şu an için duymamazlığa gelmek daha çok işime geliyor.

Arada hayatıma giren ve benim de hayatına girdiğim adamlar tabii ki oldu. Fakat Kurabiye adeta bir yaz yağmuru gibiydi. Ani, sessiz bir gürültüye gümbürdeyen ve gözlerimin kenarları da dahil olmak üzere her şeyi bir gecede ıslatmayı başararak girmişti hayatıma dudağının yanındaki kıvrımla.

Çok sakindik onunla, sahilde zencefilli gazoz içip sabah erken saatte slip mayolarımızla sıcacık Akdeniz'e giriyor, suyun altında birbirimize dokunuyor, akşam üstü şehrin sakin bir yerinde hafif bir yemek yiyor, bir atın savaş meydanında yaşadığı olayları anlatan filmi izleyip gözlerimizi ıslatıyor ve ardından sarılıyor, pazar günleri semt pazarına uğrayıp ve brokoli, acı biber, cennet hurması ve keçi peyniri alıp eve dönüp balkonda birbirimize kendi ülkelerimizin en iyi şarkıcılarının en iyi örneklerini dinletiyor ve gecenin sonunda da sevişiyorduk. Hatta bir seferinde işten döndüğümde üşenmemiş ve benim için altı kat inip humus dürüm almıştı Kurabiye. Beni ilk kez içine almaya istekli olduğu akşam burnumu dolduran portakal ve yasemin kokusu, yazdığım her metnin bir köşesinde mutlaka bana eşlik etti.

Yatak odasının kapısından içeri girerken dahi ondan izin isteme inceliğini gösterirdim. O ise ... Neyse, kafam o kadar bulanık ki, neler olduğunu artık net bir şekilde hatırlamıyorum.

O varken, sadece onun yanında yaşıyor olmak bile başımı döndürecek kadar hafif hissettiriyordu. Kurabiye'de unutmadığım tek şey planlarımızı saman alevinin bir anlık parlamasının ardından geride hiç bir şey bırakmadan kül etmesine benzer şekilde kenara itişi oldu. Bir anda yağmaya başlayan yaz yağmuru, Erol'la ilk kez seks yaptığım akşamki uğursuz, camlara vura vura yağan ve ne zaman kesileceği belirsiz uğultuğu fırtınaya dönmüştü.

Hem de bir soğuk sayılan bir Mart gününün başında, hem de bir not today sözüyle. 

Mürekkep zaten dökülür, beyaz kağıda hangi kalemle yazacağını sen seç

Tek tesellim, hikayemin hiç başlamadan bitmiş olması değil elbette, çünkü hikayeler eline kalemi alıp beyaz bir kağıdın üzerine yazmayı planladığın mektuplardan vazgeçmeye benzemez. Evet, elbette saatlerce konuşup anlatmak istediğim şeyler var, yıllardır kelimelere dökmeyi başaramadığım yaşanmışlıklarım da, acabalarım da, hatta Adana tren garında söylemeden bıraktığım sözlerim de, büyük bir sessizliğim de.

Bugün cümleleri başka türden kelimelerle kurmaya çalışıyor, pek çok adamın arkasından sessizce söylediğim gitmelere anlam katmaya çalışıyor, çaresizliğimi alakasız şeyleri öne sürerek bastırmaya gayret ediyor ve söylenmemiş sözlerimi biriktiriyorum. Vedalar her zaman yeni başlangıçlara gebedir; her ne kadar sızlasa da, bazı vedaların üzeri elma şekerinin üstündeki kırmızı ve cezbedici şeyle kaplı; ihtimaller ise boş bir kağıdın üzerine rastgele saçılan mürekkep damlalarından ibaret.

Kararına varmak gereken şey ise bence şu; o mürekkebi çok ama çok kaliteli bir dolma kalemden mi saçacağım yoksa basic bir tükenmez kalemle mi; tabii ki kalemin tıkanan ucunu temiz kağıdın bir köşesini karalamak suretiyle açtıktan sonra.

Bu mecrayı yirmi seneye yakındır yazan birisi olarak söylüyorum, zaman denilen şey yaralarını öyle veya böyle bir şekilde saracak, fakat sana tamamen iyileşmenin sözünü asla vermiyorum, anılarla işine geldiği gibi yaşamayı becermek zorundasın. İster bu cerahati kendi başına sök at, istersen seni içten içe zehirlemesine izin ver.

Kendi adıma konuşmam gerekirse, hayatıma giren adamlar, yazdığım hikayemde salt birer figüran değiller ve onları unutmak ya da yok saymak kadar tam tersini yapmak de seçeneklerim arasında. İstisnasız her birinin ruhumda izi var ve ruhumun bugünkü şeklini almasında etkileri var.

Sanıyorum ki bugün o tozlu sandığı yerinden çıkarıp, içindekilere son bir kez bakmadan denize atmak gereken gün. Yaşadıklarının yanına kar kaldığı bir döneme giriyorsun.

Yorum Gönder

0 Yorumlar