Alışmaya çalıştığımız şey aslında biraz da kendimiziz ilişkilerde. Hep bana hep bana demekten vazgeçip biraz da başkasının ne düşündüğünü, ne istediğini yada hayattan beklentilerini anlamaya çalıştığınızda kopuyor dananın kuyruğu.
Bu seferki, bir önceki hatta ondan önceki kadar çok acıtmadı. En azından gökyüzüne bakıp orada bir yerlerde bir hilal yada bir yıldız arayıp güneş çıktığında penceremi kapatıp uyuşurcasına uyumaya ihtiyacım yoktu. Çünkü zaten aylardır yalnız hissediyor, bunu iliklerime kadar yaşıyor hatta beni seviyor musun diye sorduğumda cevabın hayır olduğunu hissettiren, bunun yanıtını zaten biliyorsun’larla ömrümü geçiriyordum.
Ömrümün geri kalanını da tek bir adama harcamak niyetinde değildim. Ta Kurabiye’den beri. Hâlâ da değilim.
Yalnız hissetmeye başladığımda, çıkar yolun birisini mutlu etmeye çalışmaktan değil de yol almaktan geçtiğini anladığımda ben zaten oradan uzaklaşmış ve hemen hemen ülkenin öbür ucuna varacak yolu gitmiş oluyordum.
Bu yüzden bu kadar çok incinmedim. Daha doğrusu kendime incinmek için gerektiğinden daha fazla izin vermedim. Çünkü bir türlü bitmek bilmeyen ve her biri birbirine benzemeyen trajedik haykırışlarla ve dramlara yer yok hayatımda.
Belki de konunun gerçekten sevme yada öylesine sevmeme ile de doğrudan ilgisi var. Yaklaşık beş yıl önce yine bir yalnızlık anımda karşıma çıkan ilk kişiye Voldemort’un ruhunun bir parçasının Harry’ye tutunması gibi tutuldum ve İzmir’deki ilk yıllarım böyle geçti gitti. Şimdi daha iyi bir yerde, hayata dair aşılması gereken önemli engellerin üzerinden atlamış ya da yanından öylesine geçivermiş bir halde yarınlara bakıyorum.
Ne böğrüme sıcak bir demir saplanıyor, ne elim telefona gidiyor ne de Zuhal Olcay’ın İhanet albümünü dinleyerek kendime daha ne tür eziyetler edebileceğimi sorguluyorum. İşten çıkıyorum, eve gidiyorum, iki kök ıspanağı doğrayıp üzerine bir şeftali ve biraz peynirle ceviz ekleyip özene bezene kaynattığım karabiberli, kırmızı biberli ve zerdaçallı erik marmelatından bir kepçe ekleyerek Netflix’in karşısına geçiyorum ve yemeğim bittiğinde de üzerinde çalıştığım işleri ilerletmek için rafine ve konsantre bir çalışma ortamı yaratıyorum.
Sonuçta ayrılık da sevdaya dahil falan diyoruz da, bu seferki sevdanın tam anlamıyla bir sevda olduğundan ben bile emin değilim.
Şaşırdığım tek şey var, örnek çift olarak gösterilen biz'in ben kısmı olarak etrafıma ilişki tavsiyesi verirken kendiminkine sahip çıkamamış olmam. Galiba sahip çıkmak istememiş ve kendiliğinden ellerimden kayıp gitmesini istemişim.
Şadırvanaltı Camisi'nin altındaki tavanı süslü sebilden yüzüme su çarpıp etrafı toparlamaya çalışmam gerekirken elimde bir parça sabun ve pembe bir lifle batakhane hamamının yolunu tutuyorum. Adeta mahalle yanıyor fakat ben sarı saçlarımı tarıyorum.
Galiba hayattan beklediğim şeylerin sınırlarındayım; halbuki çıkıp bir yerlere gitmek, ülke değiştirme ve başka bir ülkede başka bir hayatı yaşamak için çalışmayı saat onda yatağa girip mastürbasyon yaparak uyumaya tercih etmemem gerekiyor.
Zaman hiç durmadan akıyor ve daha önce hiç giyilmemiş bir ayakkabıyı giyip harika görünen çoraplarla yeni bir yola çıkmanın tam vakti.
Bakalım yeni yollarda nelerle karşılacağız?
0 Yorumlar