Ancak ayak bileğimiz kadar yüksekte olan kurnaların başında oturuyorduk iki ayı. Oturduğumuz yer ayaklarımızı uzatacağımız yerden daha alçakta olduğundan bacaklarımız açıkta kalıyor ve hamamda olmanın doğallığıyla üzerimizde peştemal de olmadığından erkeğin malı meydandadır misali birbirimizi seyrediyorduk. Ah yüce tanrım, işte hamamları bu yüzden seviyor olmalıyım.
Az önce fark etmiştik ki, kalitesiz pasifin teki hamamın kurnasının hemen yanında lavaj alıkmış ve geriye kalan o tuhaf kalıntısını da oraya olduğu gibi bırakmıştı. Bu saf pislik üzerine trilyonlarca sayfa yergi düzülebilecekken benim sakinliğim de cabasıydı. Bacaklarının arasındaki kıvrık, minik, pembe ve yer yerde kıllı cennet meyvesini izlediğim adam hemen öncesinde gidip nereden bulduysa bir şişe çamaşır suyu bulmuş ve aşk yuvamızı söylene söylene steril etmeyi başarmıştı. Ah, tatlı kocişkom.
Halbuki ihtiyacımız olan şey bizim kendimizi en minik hücre çekirdeklerimize kadar steril etmemizdi. Hem de defalarca. Ama bir türlü kirlenmek bilmeyen ruhumuzun yapısal bütünlüğünü de bozmadan.
Elimden tutup beni ayağa kaldırdığında yakışıklı prensimi bulduğumu tabii ki düşünmüyordum. Sonuçta hangi batakhaneden bir prenses çıkmış? Siz yoksa hâlâ kendinizi çok dindar Auguste Zoe mi sanıyorsunuz? Sizin portreleriniz en fazla o bayat batakhanelerin yıkık dökük ve ucunun nereye gittiği belli olmayan tuvaletlerini süsler.
Arkamdan sarıldı, göğüslerimi sıktı, sabunlu elleriyle meme uçlarımı kavrıyor, kendimi kasıp arkaya doğru kaykıldığımda kılları herhangi bir hamamın izbe traşlığında alel acele alınmış göğsüne yaslanıyordum. Ne kadar da sıcak, ne kadar da sahiplenilesi bir kovuk. Tanrım, bir o kadar da ormantik. Salkım saçak bir sarmaşığın masmavi gökyüzünden öylesine sarkıvermesi gibi beklenmedik. Başım omzunda, elleri vücudumun dokunulmayı unuttuğu yerlerinde ve benim gözüm renkli ışıkların çarparak içeri doldurduğu egzotik göbek taşının üzerinde birinin deliğini işaret parmağıyla dürtüp duran bir başka amcada. Acaba bu kurnadan o kurnaya çirkef sıçrasa da o mu gelse ya?
Cartlak kebabı gibi ayrılmıştı kıllı bacaklarımla birazdan içi boş bir deri eldiven gibi soğuk mermer zemine yığılmaktan endişe ediyordum. Yasak bir elmayı tadar gibi avuçluyordu herif, aç mıdır nedir? Daha önce hiç görmedi mi ne? Kulağımda tuhaf kokulu yapış yapış nefesi uğuldarken kendi kendime soruyordum, ne yapıyorum lan ben?
Sabunların içinde adeta bambıktan bir prenses gibiydim. Sıvazldıkça köpüren göğüs kıllarımın arasında yabancı iki el gezerken içine dahil olduğumuz kuytku kurnanın kapısından aç iki göz bizi seyrediyordu.
Ve işte başlıyorduk. Tıpkı eski günlerdeki gibi.
Acaba kurnanın içindeki suyun altından nasıl görünüyorum?
0 Yorumlar